Akira Mizubayashi’nin Can Kırığı romanını okumak hiç aklımda yoktu ancak bir arkadaşımın çok tatlı bir mektupla kitabı bana göndermesi üzerine başladım hemen. “Dünyanın bütün hayaletlerine” ithaf etmiş kitabı Mizubayashi, okuyunca o kadar anlamlı hale geliyor ki bu ithaf. 1938 yılında, babası askerler tarafından kaçırılan 11 yaşındaki Rei’nin öyküsünü izliyoruz kitap boyunca. Babasından geriye sadece askerlerce paramparça edilen bir keman kalıyor, işte tüm öyküyü bu keman üzerine inşa ediyor yazar.
2000’lerin başına dek geliyoruz bu kemanın izinde. Köksüzleştirilen, ailesinden, ülkesinden koparılan Rei’nin babasının hayaletini yaşatma çabasına şahit oluyoruz. Bir yanda Japon-Çin Savaşı ve tabii ardından kopan İkinci Dünya Savaşı, diğer yanda küçük bir çocuğun kendini var etme hikayesi. Gücün, iktidarın, hırsın sıradan insanlara neler yaşatabileceğini, iyiler ve kötülerin o kadar da net olmayabileceğini, iktidarın pekala kendi çocuklarının da ruhunu emebileceğini anlatıyor bu öyküyle yazar. Ve tabii kimlik meselesini ana eksen olarak belirliyor. Kim olduğumuzu dilimiz mi belirler, ırkımız mı, yaşadığımız yer mi? Kendimizi kim olarak, kimlerden olarak tanımlıyorsak oyuzdur aslında demeye çalışıyor bence Mizubayashi bu öyküyle. Sunî ve inşa edilmiş tanımların dışında düşünmeye, varoluşumuzu, aidiyetlerimizi kendi tercihlerimizle tanımlamaya çağırıyor bizi. Kökler ve kimlik arasındaki ilişkiyi dönüştürmeye bir davet aslında bu – tercih edilmiş aileler, tercih edilmiş bağlar kurmaya bir davet.
Hikaye yer yer fazlaca tesadüflere sırtını dayıyor, bu açıdan bir inandırıcılık sorunu olduğu şüphesiz ama insan kendini kaptırıveriyor yine de. Bir noktada gerçekçiliğini sorgulamayı bırakıp kendimi hikayeye teslim ettim, böyle bir hikayenin mümkün olabileceğine inanmak istedim, inandım, çokça duygulandım, birazcık ağladım.
Bana çok iyi geldi bu iyi kalpli masal.