Skip to content
SEPET | 0

Sepetim

  • Kitaplarım
  • Yazarlar
  • Ülkeler
  • Etkinlikler
  • İşlerim
  • SSS
  • Kitaplarım
  • Yazarlar
  • Ülkeler
  • Etkinlikler
  • İşlerim
  • SSS

Ülkelere Göre Kütüphanem

Ülke Listesi

  • Almanya (112)
  • Amerika Birleşik Devletleri (201)
  • Angola (3)
  • Arjantin (98)
  • Arnavutluk (4)
  • Avustralya (17)
  • Avusturya (44)
  • Belarus (5)
  • Belçika (6)
  • Bosna (1)
  • Brezilya (17)
  • Bulgaristan (5)
  • Çekya (37)
  • Çin (12)
  • Danimarka (4)
  • Dominik Cumhuriyeti (1)
  • Endonezya (1)
  • Ermenistan (6)
  • Etiyopya (1)
  • Fas (1)
  • Finlandiya (3)
  • Fransa (176)
  • Galler (3)
  • Guatemala (7)
  • Güney Afrika (18)
  • Güney Kore (12)
  • Gürcistan (1)
  • Hindistan (4)
  • Hollanda (7)
  • Honduras (2)
  • İngiltere (275)
  • Irak (1)
  • İran (3)
  • İrlanda (28)
  • İskoçya (10)
  • İspanya (60)
  • İsrail (4)
  • İsveç (10)
  • İsviçre (2)
  • İtalya (90)
  • İzlanda (4)
  • Japonya (50)
  • Kanada (29)
  • Kenya (4)
  • Kolombiya (35)
  • Küba (3)
  • Libya (1)
  • Lübnan (19)
  • Macaristan (35)
  • Meksika (46)
  • Mısır (1)
  • Nijerya (1)
  • Nikaragua (1)
  • Norveç (37)
  • Pakistan (1)
  • Peru (25)
  • Polonya (12)
  • Portekiz (48)
  • Romanya (4)
  • Rusya (40)
  • Senegal (1)
  • Şili (37)
  • Sırbistan (5)
  • Sri Lanka (1)
  • Suriye (2)
  • Tanzanya (6)
  • Tayvan (1)
  • Trinidad (2)
  • Türkiye (102)
  • Umman (2)
  • Uruguay (16)
  • Yeni Zelanda (3)
  • Yunanistan (5)

Beni Instagram'da Takip Edin

Beni Instagram'da takip ederek okuduğum kitapları güncel olarak izleyebilirsiniz. @eylulgormus

GÜNCELLEME: Tüm biletler tükenmiştir. İlginiz GÜNCELLEME: Tüm biletler tükenmiştir. İlginiz için çok teşekkürler 🤍

Edebiyat & mutfak buluşmalarına yaz arası vereceğiz demiştim ama gelen herkes “Temmuz’da da yapalım” diyince yapalım madem dedik. Bu işi benim kadar sevmeniz beni pek mutlu ediyor açıkçası, yaşasın!

29 Temmuz’da yine @projectkultur ve @mastercardturkiye organizasyonuyla @minoapera’da buluşuyoruz ve bu kez Almanya’ya uzanıyoruz. Özellikle bir “müze kitap” diye tanımladığı son romanı Kairos’ta Alman kültürüne dair muazzam bir döküm yapan Jenny Erpenbeck’i konuşuyor ve Alman mutfağından lezzetler tadıyoruz.

Hep dediğim gibi: bu yemeklerin meselesi haz - güzel kelimelerden aldığımız haz, iyi yemekten aldığımız haz, bir arada olmaktan aldığımız haz. Bir yazarın hayatını ve edebiyatını konuşuyor, bir yandan da onun ülkesinin lezzetlerini tadıyoruz, tüm duyularımızı aynı anda uyarıyoruz yani. 

Menümüz yine ziyadesiyle leziz, siz bu lezzetleri tadarken ben de aralarda size Erpenbeck’in göç, hafıza ve kimlikten örülü edebiyatını anlatacağım. Yine uzun bir masanın etrafında oturup sohbet edeceğiz, hem damağımızın hem zihnimizin bizi uzak diyarlara götürmesine izin vereceğiz. Menüyü üçüncü görselde görebilirsiniz. Bu menüye eşlik edecek içkiler de fiyata dahil her zamanki gibi.

Kontenjanımız yine 20 kişi, dolayısıyla gecikmeden yerinizi ayırtmanızı rica ederim, geçen sefer birkaç günde tükenmişti biletler. Biletlerinizi priceless.com’dan alabilirsiniz, linki hikayemde paylaşıyorum.

Neşeli soframızı üçüncü kez kuracağımız için pek mesudum. 29 Temmuz’da görüşmek üzere! 🌭🍻

#reklam
“Sevmek ve başka bir varlık için çaba harcam “Sevmek ve başka bir varlık için çaba harcamak çok yorucu bir iş ve öldürmekten ve yıkmaktan çok daha zor.”

Of, bu neydi ya? Neydi? Bu ara hangi kitaba elimi attıysam çok iyi çıktı, edebiyat tanrıları beni gözetiyorlar sanırım. Avusturyalı yazar Marlen Haushofer’in Duvar’ı müthiş, müthiş, müthiş bir metin - insan bu kitabın 1963’te yazıldığına inanamıyor.

Orta yaşlı bir kadın olan isimsiz anlatıcımız, kuzeninin av köşkünde birkaç gün geçirmeye gidiyor. Kuzeni ve eşi yakındaki köye gidip geri dönmüyorlar, anlatıcımız da ertesi sabah onları aramak üzere yola düştüğünde aşılamaz, görünmez, saydam bir duvara çarpıyor. Duvarın ardındaki herkes ve her şeyin öldüğünü anlıyor ve o cam duvarın içinde bir inek, bir köpek ve bir kediyle hayatta kalması gerektiğini idrak ediyor.

Bu hayatta kalma sürecini kadının yazdığı “rapor”dan okuyoruz. Çok sürükleyici bir anlatı olmakla beraber son derece klostrofobik olduğunu söylemem lazım, zira anlatıcımız bize ileride başına gelecekleri en baştan işaret ediyor, neler olacağını, ne tür felaketler yaşanacağını bilerek, büyük bir iç sıkıntısıyla takip ediyoruz hikayeyi. Ve tabii kendisine eşlik eden kaygıyı da iliklerinde hissediyor insan okurken. Böyle bir hikayenin kaygısız olması beklenemez ancak bence bu kitabı bunca güçlü kılan şeylerin başında kadını kuşatan asıl kaygının hayatta kalma kaygısı değil, sevdiklerini yitirme kaygısı olması geliyor. Ve zaten metin bu sayede bir tür modern Robinson Cruose değil çok daha katmanlı, başka bir şeye dönüşüyor. Haushofer anlatısının bir yerinde “sevebilme becerisi için ödenen bedel buydu işte” diye yazmış, kitabın meselesi bence tam da bu.

Ama altında nice başka katman var, özellikle anlatıcımızın bedeniyle kurduğu ilişkinin dönüşümü, geri dönüp çocuklarını ve kocasını hatırladığı bölümlerdeki akıl yürütmeleri, hele ki sonlara doğru yüzüne artık nasıl ihtiyaç duymadığına dair söyledikleri üzerine feminist bir perspektiften bakılarak çok şey söylenebilir.

Çok sevdim. Beni mahvetti, yüreğimi düğümledi, nefesimi kesti, ağlattı, korkuttu ama işte zaten: tam da bunun için okumuyor muyuz?

*Yayınevi göründüğü için #reklam
İstanbul’a bakmanın en müstesna şekli: güze İstanbul’a bakmanın en müstesna şekli: güzelim vapur pencereleri. ⚓️
“Bellek durgun şeyleri sever. Akıp giden görüntülerden yakasını sıyırıp, dönüp sönüp bir âna, o tek bir ânın duygusuna takılır.”

Fuat Sevimay’ın yeni novellası Bata Çıka, hacminden beklenmeyecek denli çok soru sorduran bir metin. Kitap devlet kanalında öğlen haberlerini sunan spikerin açıklamasıyla başlıyor: bu açıklamadan Birleşmiş Milletler’in son toplantısında devlet başkanlarının bir araya gelip tüm devletleri lağvetme kararı aldığını öğreniyoruz! Spikerin bu büyük haberi verirken yaptığı açıklamadaki absürt detaylar müthiş; o büyük manalar atfettiğimiz koca koca yapıların aslında nasıl her an saçmalamaya muktedir yapılar olduğunu, onların büyüklüklerinin aslında bizim fetişleştirmemizden ileri geldiğini sezdiriyor yazar daha kitabın en başında. Bu açıklamanın ardından dünyanın yuvarlandığı belirsizlikle beraber yayın da kesiliyor, kanal halk türküleri yayınına geçiyor, biz de haberi denizde alan gemi ahalisi ile baş başa kalıyoruz.

Bu andan sonra da işte hepimiz sahiden aynı gemide miyiz sorusu üzerine akıl yürütmeye başlıyor yazar. Bildiğimiz dünyanın kodları yıkıldıktan sonra hiyerarşiden söz edilebilir mi? İktidarı ve gücü nasıl tanımlarız? Küçücük bir gemide bile kanun gibi kabul ettiğimiz statü belirteçlerini böyle bir durumda ne yapmalı? Kadınlar, göçmenler, azınlıklar - toplumların hep daha çok “çeken”leri - ne olur onlara? Tüm kurallar yıkılınca, Hobbesian bir “doğal durum”a döndüğümüzde ne olur? Hırs, arzu, açgözlülük - bu dürtüleri ne yapmak gerekir?

Bu soruları didiklerken bir yandan da gemiye gelen “zengin”ler üzerinden bir sınıfsal eleştiri katmanı ekliyor Sevimay ve “ekonomik demokrasi” kavramını resme ekliyor. Kapitalizmin büyük vaadi (ve yalanı) “fırsat eşitliği”nin karşısına gerçek eşitliği çıkarmadan demokrasinin ancak bir kandırmaca olabileceğini anlatıyor.

Yazar bunları anlatırken okuru siyasal teoriye boğmuyor tabii, gayet gündelik konuşmalar ve olayların arkasında gizli tüm mesele. Ancak bence kitap bir noktadan sonra biraz ritmini yitiriyor, ben o Saramagovari açılışa bayılmıştım, bu devletsizlik fikri etrafında daha çok dolaşsaymış bence çok daha ilginç olabilirmiş. Arz ederim.

*Yayınevi göründüğü için #reklam
İki aydır @minoapera’da buluşuyor ve pek nefi İki aydır @minoapera’da buluşuyor ve pek nefis bir şey yapıyoruz. Ben bunlara “haz buluşmaları” diyorum; zihinsel hazla damaktaki hazzı buluşturuyoruz çünkü. Bir yazara dair konuşuyor ve eş zamanlı olarak yazarın ülkesinin lezzetlerini tadıyoruz. 

@projectkultur ve @bencanerol organize ediyor, @mastercardturkiye mümkün kılıyor. Ben bu işi bu kadar seveceğimi düşünmemiştim açıkçası; bayıldım. 2 aydır aynı yüzleri gördüğüme ve biletler hızla bittiğine göre anladığım kadarıyla siz de sevdiniz, ne mutlu! 🤍

Bu fotoğraflar geçen ayki Arjantin temalı yemekten. Cortazar’ı konuşup Arjantin mutfağından bir şeyler tattık. (Gelenlere soru: Alfajores aklınızdan çıkabildi mi? Ya da evde yapmayı deneyen oldu mu? 🙃)

Bu ay 29 Temmuz’da buluşup Almanya’ya uzanıyoruz ve bu defa şarap değil bira içiyoruz. 🍻 Detaylar ve biletler yakında gelecek, siz tarihi not ediniz. Şimdilik bu neşeli akşamın fotoğraflarına bakmakla yetinelim. Zira kendimize böyle kaçışlar yaratmazsak gündemden hepimiz delireceğiz gibi. Nefes almanın yollarını bulmaya çalışıyoruz işte, birlikte. 🤎

#reklam
“Yazar, bir bakıma edebiyatın ne olduğunu anl “Yazar, bir bakıma edebiyatın ne olduğunu anlamak için yazar.”

20. yüzyıl Arjantin edebiyatının büyük kalemlerinden Ricardo Piglia’nın Kurmaca ve Eleştiri’si, yazarla yapılmış söyleşilerden ve yazılarından oluşuyor. Bu kitabı Foça’daki @bilimlerkoyu’nde verdiğimiz “Kurmaca-Kurmamaca” atölyesinden önce okudum, biraz beynimi açsın, ufkumu genişletsin atölye öncesinde diye, öyle de oldu sahiden.

Edebiyattan sinemaya uzanan bir eksende geziniyor Piglia ve kurmacanın türlü dinamiklerine dair düşünmeye davet ediyor okuru. Bence kurduğu en ilginç eksenlerden biri kurmacayı iktidar ve edebiyatın ortak noktalarından biri olarak ele alıyor olması. Şu uzun pasaj burada da dursun isterim: “Kurmacada kendine özgü olan gerçekle kurduğu ilişkidir. Gerçekle kurmacanın kesiştiği bulanık alanda çalışmak ilgimi çekiyor. Çünkü her şeyden önce kurmacanın, örneğin bilim gibi sınırları belirlenmiş kendine özgü bir alanı yok. Her şey kurmacaya dönüştürülebilir. Kurmaca inanç üzerine çalışır ve bu anlamda ideolojiyi, gerçekliğin bilinen tüm modellerini ve elbette bir metni gerçek ya da kurmaca haline getiren temel unsurları içinde barındırır. Gerçeklik her zaman kurmacayla örülü haldedir. Kurmacanın suçla ilintili bir biçiminin iktidarların söyleminde nereye denk düştüğünü açıkça ortalığa seren yerlerden biri diktatötürlük Arjantin’idir. Askerî söylem, baskının üzerini örtmek için gerçekte olup biteni kurmacalaştırarak onu farklı bir gerçek gibi gösterme, bir hayal dünyası yaratma peşindedir.”

Kitap boyunca buna benzer çok sayıda ufuk açıcı şey söylüyor Piglia, bir sürü cevap verirken bir sürü de yeni soru doğuruyor insanın kafasında ki bunu yapan kitaplara bayılıyorum. Söylediklerini daha iyi anlayabilmek için birazcık Arjantin edebiyatına hakim olmak gerektiğini belirteyim; bolca Borges, Domingo Faustino Sarmiento, Roberto Arlt ve Cortazar referansı var, kendilerini biraz okumuş olmak çok daha kolaylaştıracaktır metni anlamayı. (Ben Arjantin edebiyatı atölyesi nedeniyle bu konulara çok taze çalıştığım için baya tanıdık bir denizde yüzer gibi hissettim, iyi geldi.)

Ezcümle: nefis metin. Piglia’nın Yok Şehir’ini artık okuyabilirim bence.

*Yayınevi göründüğü için #reklam
© 2025 eylulgormus.com | Tüm hakları saklıdır. | Web tasarım: mare.design

Bu siteden dilediğiniz gibi faydalanabilirsiniz, ancak sitede yer alan incelemelerin kopyalanıp başka mecralarda paylaşılması kati suretle yasaktır. Okuduğum ancak burada listelenmeyen kitaplar da var; çok yıllar önce okuyup siteye eklemeyi atlamışımdır yahut paylaşmamayı seçmişimdir. Bu iki hususa saygı göstermenizi önemle rica ederim.

Satış Sözleşmesi | Kullanım Koşulları | İptal & İade Politikası | Gizlilik Politikası | Çerez Politikası | Hakkında & İletişim