Öncelikle şunu teslim edeyim; olağanüstü sürükleyici yazıyor O’Farrell. Kitapları hep katman katman açılıyor, bu açıdan bana gitgide daha çok Ishiguro’yu anımsatmaya başladı. Bu kitapta da fâş olmasını beklediğimiz bir gizem var – aslında tahmin etmesi çok zor değil ama çok da fark etmiyor bence zira öyle bir yazıyor, insanın içine öyle işliyor ki, konudan bağımsız, yazma biçimi okutuyor insana.
Ah Esme Lennox, nasıl yok olmuşsun sahiden… 16 yaşındayken akıl hastanesine kapatılan, ve unutulan, silinen biri Esme. 61 yıl sonra, kaldığı kurum kapatılacağı için hayattaki tek akrabasına, kız kardeşinin torununa ulaşılıyor, babaannesinin bir kardeşi olduğundan bile haberi olmayan Iris’e. Çoklu kişilik bozukluğu yazıyor yaşlı kadının dosyasında. Öyle mi sahiden? Ailesi o yüzden mi vazgeçmiş bir zamanlar neşeli, isyankar, bağımsız bir genç kadın olan Esme’den? 61 sene dört duvar arasında geçirdikten sonra ne olur insana? Maggie O’Farrell öyle güzel yazmış ki Esme’yi. Bu yaşlı kadına sarılmak, elini elime almak istedim, çok istedim; kalbimi çok kırdı onun öyküsü.
Üç anlatıcımız var, anlatıcılar arasındaki geçişler çok ani olduğu için insan başlangıçta zorlanabiliyor ama kısa sürede alıştım ben. Tanrı anlatıcı Iris’i ve hikayenin günümüzde geçen kısmını aktarırken, zaman zaman Esme’nin ve kız kardeşi Kitty’nin düşüncelerine geçiyoruz. Hindistan’da geçen çocuklukları, Edward dönemi İngilteresindeki genç kızlıkları… Oralar bulanık, kesik, kopuk. İkisi de bambaşka biçimlerde mutsuz olmuş, mutsuz edilmiş kadınlar. Toplumun, ezberlerin, ahlakın kadınlara neler ettiğine, “delilik” denen şeyi tanımlamanın güçlüğüne, erkeklerin kadınları öldürmeden de binbir farklı biçimde ruhlarından ve toplumdan nasıl koparabildiğine dair çok ama çok güçlü bir roman bu.
Maggie O’Farrell’ın kadınları diye bir kategori var artık zihnimde. Hepsi dipdiri ve çok hüzünlü, hepsi eşsiz. İyi ki öyleler.